ÇAVDAR TARLASINDA ÇOCUKLAR
ÇAVDAR TARLASINDA ÇOCUKLAR
Yazar: J.D.
SALİNGER
Yayınevi:
Yapı Kredi
Sayfa
Sayısı: 198
Değerlendirme:
7/10
Hoş
geldiniz, bu yazımda sizlere Edebiyat dünyasını ikiye ayırmış bir eserden “Çavdar
Tarlasında Çocuklar” dan bahsedeceğim. Edebiyat dünyasını ve okuyucularının
nasıl ikiye ayrıldığını yazımın ileriki satırlarında bahsedeceğim. Şimdi
yazdığı ilk ve tek romanıyla öne çıkan yazarımızdan bahsetmek istiyorum.
Jerome David Salinger, 1 Ocak 1919 yılında New York’ta
doğdu. New York Üniversitesini kazanan yazar okuluna devam etmeyerek okulu
bıraktı. Babasıyla birlikte çalışmaya başladı ve Viyana’ya gitti. 1939 yılında
Columbia Üniversitesinde yazarlık okumaya başladı. II. Dünya savaşında Amerikan
ordusuna katıldı ve havacılık eğitmenliği yaptı. 1951 yılında Çavdar Tarlasında Çocuklar
isimli kitabı yayınlandı. Eleştirmenlerin en başta beğenmediği kitap, okuyucuların büyük beğenisini kazandı. Kitapta argo dil kullanıldığı gerekçesiyle bazı ülkelerde
yasaklandı. Daha sonra Dokuz Öykü gibi önemli eserlerinin yayınlamasıyla
Salinger’in tanınırlığı arttı. Agresif tavırları ile gözlerden uzak
yaşamayı seçen yazarımız 27 Ocak 2010 yılında hayatını kaybetti.
“Oldukça cahilimdir, ama epey okurum.”
Kitap,
Holden Caulfield’ın yatılı okulu Percey’den atılmasıyla, ailesinin yanına
dönene kadar geçirdiği 3-4 günden bahsediyor. Holden ergenliğin en yoğun
dönemini yaşadığı için Percey atıldığı ilk okul değil. Kitabı okudukça daha
önce birçok okuldan atıldığını ve sorunlu(!) bir kişi olduğunu anlıyorsunuz.
“Bir
kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım
olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim
diyorsanız, o kitap bence gerçekten çok iyidir.”
Bu satırları
okuyunca bu kitabın yazarıyla konuştuğumu hayal ettim ve ona ne sorarım diye
düşündüm. Ona gençliğini, ailesini, akıl hastanesinde kalırken neler
hissettiğini (rivayete göre yazar belli bir dönem akıl hastanesinde kalmıştır),
bu kitabı yazarken neleri düşünüp yazdığını sorardım. Çünkü, bence her yazar
yazısına kendinden bir parça koyar. Kitapta okuduğumuz ve hissettiğimiz buhran
yazarın kendi ruhundan yansıyan bir buhran mıydı bunu da sorardım.
“Bazı
şeyler olduğu gibi kalmalı. Elinizde olsa da, onları büyük cam vitrinlere koyup
oldukları gibi kalmalarını sağlayabilseniz. Biliyorum, olanaksız bir şey bu,
ama yine de pek fena olmazdı.”
Kitapta
hoşuma giden şeylerden biri zaman tanımlarıydı. Karakterin, saniyeler süren
herhangi bir işi yıllarca sürmüş olarak dillendirmesi sabırsızlığını
gösteriyordu. Sanırım bu kısmı sevmemin nedeni bazen benimde aynı şeyi yapıyor olmamdı.
“Babamın kafasına sandalyeyle bile vursanız uyanmaz, ama annem, Sibirya da
öksürseniz sizi duyar.” Annelerin her şeyi duyma ve hafif uyku uyumaları
evrensel olsa gerek. Bu satırları okuyunca aklıma önce kendi annem sonra da
üniversitedeyken birlikte kaldığım oda arkadaşım geldi. O kadar hafif bir
uykusu vardı ki o uyuduktan sonra odaya girip bir şey alırken sizi duymaması
için hayalet olmanız gerekirdi. 😊
“Bir
insan öldü diye onu sevmekten vazgeçmek zorunda mısın, Tanrı aşkına;
özelliklede, hayatta olanlardan bin kez daha iyi kalpli bir insansa?”
“Kimse
yok. Ben varım, ben, birde kendim.”
Bir önce ki yazımda bahsettiğim, odamın
köşesinden açılıp okuduğum romanın içine giden kapıdan geçme şansım olsaydı, bu
kitapta Holden’ın ağladığı o anda yanına gitmek isterdim. Gidip onunla birlikte
ağlayabilirdim sonra da yalnız olmadığını söylerdim. Daha önce gerçekten yalnız
hissettiğiniz bir an olduysa Holden’ın yalnız kalması size çok tanıdık duygular
yaşatıyor. Kitabı okurken gerçekten bu yalnızlığı ve hüznü hissediyorsunuz. Karakterin
kendine olan inancını sorgulaması ve kendini ispat etme çabalarına şahit
oluyorsunuz. Bu kitabı okurken öğrendiğim en önemli şey ise sevgi kavramıydı.
Anne babanın sevgisinin dünyada ki en önemli şey olduğunu okudukça gördüm. Eğer
anne ve babasıyla arasındaki iletişimi sağlıklı olsaydı dışarıda yaşadığı onca
olay yerine okuldan ayrılır ayrılmaz evine dönebilirdi.
“Sakın
kimseye bir şey anlatmayın, herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.”
Edebiyat
dünyasını ve okuyucuları ikiye ayırdığı konusuna gelecek olursak, ben kendimi
hangi tarafta gördüğümü düşündüm. Kitabı sevmeyenler tarafında sevmeyenlere hak
verdim çünkü kitabı okurken eğer üşenmeseydim “lanet” kelimesi kaç kere tekrar
edilmiş onu sayardım. Okuyucuyu rahatsız edecek kadar kullanıldığı kesin.
Ergenlik döneminde bu kitabı okusaydım kendime daha yakın bulurdum çünkü içinde
oldukça ergenlik psikolojisi barındırıyor. Bunun dışında kullanılan argo dil ve
hikayede tekrara düşme benimde değerlendirme puanımı düşürdü.
Kitabı
sevenler tarafında da sevenlere hak verdim çünkü bence kitapta vurgulanmak
istenen hikayesi değildi, ana karaktere ileride ne olmak istiyorsun sorusuna “Büyük
bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocukları izlerdim. Uçurumun kenarında durur
ve uçuruma yaklaşan çocukları yakalamak isterdim” diyerek gençliğin uçurumun
kenarında olduğunu ve kurtarılmayı beklediklerini vurguladığını düşünüyorum.
Kitapta ana karakterimizin başına gelen bunca olay ve dayanamadığında ölmeyi
isteyecek durumda olması, gençlerin uçurumun kenarında olduklarının en üzücü göstergesi.
Şimdi, hangi
taraftasın? Okunmalı mı okunmamalı mı? Kitabı seven tarafta mısın sevmeyen
tarafta mı? Diye sorulsa yazılanlardan çok hissettirilenlere ve olaydan çok ana
fikre değer veren biri olduğum için ben okunması gereken bir kitap olarak
görüyorum ve kitabı seven taraftayım.
Okurları ve
edebiyat dünyasını neden iki kısma ayırmış, bunu ancak kitabı okuyunca
anlıyorsunuz. Okumayacak olanlar en azından hangi tarafta olduğunu görmek için
okuyabilirler. Kitabı okumayı tercih edenler ise okurken kendi duygularına
tanıdık gelen birçok şey görecek...
Hoşça kalın…
Yorumlar
Yorum Gönder