BÜYÜLÜ DAĞ I
BÜYÜLÜ DAĞ I
Yazar: Thomas MANN
Yayınevi: Can
Sayfa Sayısı: 423
Değerlendirme: 5/10
Hoş geldiniz, bu yazımda sizlere beklentimi karşılamayan,
Alman edebiyatıyla beni tanıştıran ve soğutan, hikâyesi güzelken anlatımıyla
yoran, bir şeyler öğrenmek, kendime yeni pencereler açmak istiyorum bu sebeple
sıkılmayı göze alıyorum diyenlerin okuyabileceği bir kitaptan “Büyülü Dağ”
dan bahsedeceğim. Kitap tahlili ve yorumuna geçmeden evvel muhtemelen
eserlerini bir daha okuyamayacağım yazarımızdan bahsetmek istiyorum.
Thomas Mann 1875'te Almanya'da doğdu. 1898'de yayımladığı
ve 'Küçük Friedemann' adı altında topladığı ilk öykülerinde daha çok
Schopenhauer, Nietzsche ve Wagner'in etkisi altında kalarak sanatçının yaratma
sorununa odaklanmıştı. 1903'te Tonio Kröger, 1912'de Venedik'te Ölüm
yayımlandı. Daha sonra Büyülü Dağı yazan Mann, Hitler iktidarı gelince
Almanya'dan ayrıldı. 1936'da ABD vatandaşlığına geçti ve Almanya'nın karanlık
tablosunu çizdiği Yusuf ve kardeşleri dörtlemesine yayımladı. 1929'da Nobel
Edebiyat ödülünü alan Mann 1955'te Zürih'te öldü.
“Zamanda, ‘gerçekten’ diye bir şey hiç mi hiç yoktur. Sana uzun geliyorsa uzun, kısa geliyorsa da kısadır. Ama gerçekten uzun mu kısa mı olduğunu kimse bilemez.”
Kitap, Hans Castrop’un İsviçre sanatoryumunda kalan
kuzenini ziyarete gitmesiyle başlıyor. Dağların tepesinde temiz havayla tedavi
olan kuzeniyle vakit geçiren ve onun nasıl zaman geçirdiğine şahit olan Hans
birkaç haftalığına geldiği bu yerde, hasta olduğunu ve uzun bir süre burada
kalacağını öğrenmesiyle hayatı değişiyor. Odamdan kitaba açılan kapı olsaydı
dinlenme seanslarında onlara katılır balkona çıkıp tertemiz havayı içime çeker
sakinliğin tadını çıkarırdım. Bir de Hans’ın bir türlü konuşmaya cesaret
edemediği kızla konuşur hem Hans’ı hem de okuyucuyu bu eziyetten kurtarırdım.
“Oysa genelde, saatler ve haftalar insanın
sırtına var güçleriyle yükleniyorlar.”
“Uyanan, aptalca hayal kurandan çok daha
kârlı çıkar.”
Hans sürekli olarak geldiği bu yerde kalıcı olmadığını,
ziyarete geldiğini ve geri döneceğini vurguladı. Aslında hastalığının
farkındaydı ama onu yok sayarsa yok olacağını düşündüğü için görmezden geldi.
Bazen bize de olur, başımıza gelecek şeyi bilir yine de yok sayarız çünkü
olmasını istemeyiz. Ancak başımıza geldiğinde o fikre alışkın olduğumuzu fark
ederiz. Reddederken alıştığımızı hiç anlamayız.
Kitapta en hoşuma giden şey herhangi bir yerde bir araya
geldiklerinde kaliteli muhabbet ediyor olmalarıydı. O anda çevrede ne varsa
onunla ilgili bir konu açılıyor ve herkes kendine bir şey katıyor. Eskilerin bu
tarz kaliteli sohbet etmelerine ve kaliteli zaman geçirmelerine çok özeniyorum.
Şimdilerde bir araya gelindiğinde insanların dedikodusu yapılıyor kişi ortamdan
ayrıldığında kendini fikri anlamda doymuş ve şarj olmuş hissetmiyor aksine daha
da yorgun hissediyor.
“Müzik, zamanı ve bizi uyandırır ve bu
bağlamda ahlaksaldır. Sanat da uyandırdığı sürece ahlaksaldır ama ya tersini
yapıyorsa? Bizi uyuşturuyor, uyutuyor ve tüm hareketliliğimizi ve ilerlememizi
baltalıyorsa?”
“Görünüş aldatıcıdır.”
“Bilgi hiçbir zaman zarar vermez.”
Kitapta hümanist bakış açısını okuru sıkacak kadar çok
kez vurgulayan Settembrini’ye göre Avrupa’da değişim ve gelişimin olduğunu, doğunun
bu değişim ve gelişime karşı ilgisiz olduğunu ve Avrupa’nın zoruyla
ilerlediklerini söylüyordu. Bu satırları okurken astronomi çalışmaları yapan Ali
Kuşçu’yu, ilk rasathaneyi kuran Ömer Hayyam gibi Müslüman bilim adamlarını ve
tıp alanında öncü olan İbni Sina’yı düşündüm. Doğu her zaman batıya ışık tutmuş
batı ışığı kendinden zannetmiş ve bununla övünüp durmuş. Hiç kimse kimseyi
tebrik etmemiş sadece eleştirmiş ve yok saymış, ne hümanist bir bakış açısı
ama.
“Bedeni olmayan bir ruh, ruhu olmayan bir
beden kadar insanlık dışı ve ürkünçtür. Üstelik birincisi çok ender görünen bir
istisnayken, ikincisi bir kuraldır.”
“Birinin sahip olduğunu, öbürü sever.”
Genel olarak kitabı beğendim diyemeyeceğim tabi ki güzel
kısımları da vardı ama hikâyenin konusundan bağımsız konulardan bahsedilmişti. Olaylar
az anlatılıp, düşünceler, mantık, felsefe, din ve tarih konuşmaları daha çok
anlatıldığı için akıcı değildi. Okumak zordu. Kafa dağıtmak için tercih
edilecek bir kitap değildi. Konu çok hızlı değişiyordu. Okurken bu değişim
hızını anlamayıp ‘Bir dakika ne anlatıyor bu?’ deyip tekrar okuyup anlamaya
çalıştığım yerler oldu. En önemlisi yabancı cümlelerin çevirileri yoktu,
konunun ne olduğu anlaşılmadığı için parçanın bütünlüğünü bozuyordu. Kitabın en
akıcı kısmı Hans’ın sevdiği kıza açılma sahnesiydi. Kız ertesi gün oradan
ayrılacağını söylüyordu. Çok heyecanlı bir anda kitap son buldu. Bakalım ikinci
kitapta neler olacak, sevdiği kıza kavuşabilecek mi, ne zaman iyileşecek ve
neler olacak? İkinci kitabı okumak biraz gözümü korkutsa da bu hikâyenin sonunu
merak ediyorum. İkinci kitapta görüşmek üzere.
Hoşça kalın…
Yorumlar
Yorum Gönder